27 Ekim 2009 Salı

Bir masal yaşamak istiyorsanız, onu şimdiden yazmaya başlayın



sanırım Yeşim Hanım bu blogda kendinden,adından ve yardımlarından sıkça söz ettirecek..kendisinin medikongre dergisi için yazdığı yazıyı benimle paylaşmıştı.ben de sizlerle paylaşmak isterim.

Bilemiyorum, Türkiye’de kaç kişinin aklına Hindistan’a gitmek gelir ama ben Üniversite yıllarımda sırt çantamı aldım ve aileme saçma sapan bahaneler uydurarak Hindistan’a gittim. 22 yaşındaki bir genç kızın önemsiz bir işmiş gibi Hindistan’a gitmesi babamı çileden çıkarmıştı fakat, elime geçen bu yüzyıllık fırsatı değerlendirmeyi, onun kaygılarına kurban edemeyecek kadar çok istiyordum. Dahası, gençtim ve onun kaygılarını anlamıyordum.
O akşamüstü arkadaşımla uçaktan indiğimizde bizi karşılayan keskin baharat kokusu, farklı bir dünyaya geldiğimizin ilk ipucuydu. Heyecandan birbirimize bakarak önce keskin koku yüzünden kaşlarımızı çattık ve yüzümüzü buruşturduk. Sonra da yüksek sesle gülmeye başladık. Evet, hep buraya gelmek istiyorduk ve sonunda gelmiştik işte.
Birden, İstanbul’dan gelirken yanımıza hiçbir adres ve hiçbir otel adı almadığımız aklımıza geldi. Ne güzeldi böyle evcil korkularımızı evde bırakarak, öylece yola çıkmak…
Başkenti dolaşmaya başladığımız ilk anlarda yollara saçılmış geleneksel binaların arasından size seslenen tarihi tapınakları görüyorsunuz. Fakat ondan önemlisi, başkentin ortasında hüküm süren yoksulluk ve sokaklardaki pislik. Her ne kadar İstanbul’dan henüz kalkıp gelmiş iki turist için bu görüntü ilk başta olumsuz duygular yaratsa da insanı görmek için yola çıkan iki insan için bu duygu sadece 10 dakika sürdü. Sonrasında ülke de, insanları da bizi büyüledi.
Bazı mekanlarda huzur toprağa işler ve siz oralara ayak bastığınızda, kendi iç huzurunuz bile ayaklanır, hayatın size dayattığı hırs, kıskançlık, öfke gibi olumsuz duygular yerini bir anda dinginliğe ve insan sevgisine bırakır. İşte burası öyle bir yerdi.
Oysa 1997’de, bizim gittiğimiz yıl orada Keshmir savaşı vardı. Fakat, Hintli bir yerlinin bana söylediği gibi “Huzur insanın içinde taşıdığı bir cevherdir ve onu içinde tuttuğun sürece bir aslan bile önünde saygıyla eğilir.”
İşte böyle insanlardı Hindistan yarımadasında yaşayanlar.
Yaşadıkları fakirliğe ve biz modern dünya insanlarının sefalet diye tarif ettiklerimize rağmen onlar müthiş bir gülümsemeyle hayata bakıyorlar. Onların bu yüce gönüllülükleri, ister istemez bizde de iyi insan olma duygularını uyandırmış, inanılmaz hoşgörülü olmamızı sağlamıştı. Karşımıza çıkan, kendi ülkemizde garipseyeceğimiz her davranış orada doğallığın bir parçası haline gelmişti.
Şimdi düşündüğümde, bu atmosfer bizi öyle etkilemişti ki ben bir hafta boyunca her gece, duvarlarında kertenkelelerin dolaştığı ve gardrop kapısının kırık bölmesinde bir fındık faresinin yaşadığı bir odada hiç rahatsızlık duymadan kaldım. Hem de hiç tanımadığımız, orada tanıştığımız bir ailenin evinde. Ne güzeldi, her akşam onlara iyi geceler dileyerek uyumak. Öyle bir iç huzurla yatıyorsunuz ki, toprak size huzur verici ninniler söylüyor sanki.
Bir gün karar verdik ve ünlü Taç Mahal’i görmeye gittik. Taç Mahal’in bulunduğu Agra şehrine geldiğimizde, iç huzurumuz bir süreliğine sekteye uğramış olacak ki, arkadaşımla oracıkta, belki hayatımız boyunca sadece bir kez görebileceğimiz, bilmem kaç yüzyıllık bir yapının önünde, hala sebebini anlayamadığım bir kavgaya tutuştuk. Fakat ben bu yapıyı görmeye o kadar kararlıydım ki, onun kaprisini dinlemeden hemen binanın içine girdim. Doğru söylemek gerekirse binanın dışı içinden çok daha etkileyiciydi. Ama size tavsiyem, oraya biriyle giderseniz kavga etmeyin. İnsan içi burukken bir aşk mabedinin içine girince hiç keyif almıyor.
Ben kendi gezimi tamamlayıp binadan çıktığımda hala kızgın kızgın bana bakan arkadaşıma, buraya kadar gelip bu binayı görmezse pişman olacağını anlattım. Uzunca bir süre gitmemek konusunda ısrar etti, sonra yelkenlerini suya indirdi ve benimle birlikte gitti. Eminim şimdilerde bu konuyu düşündüğünde bana ne kadar borçlu olduğunun farkındadır.
Benim hayat boyu inandığım bir düşünce vardır: Her şey hikayesiyle değerlidir. Bence Taç Mahal’de tamamen hikayesinden dolayı değerli. Burasıyla ilgili hatırladığım çok ilginç bir anı da, tam görkemli mermer binadan çıkmış, o muhteşem bahçesinde ilerliyordum ki, karşıma bahçenin kenarına iliştirilmiş koca dijital saat takıldı. Hem zamanı, hem de hava durumunu gösteren saate gözüm takıldığında 49 rakamının 50’ye dönüştüğünü gördüm ve bunun havanın derecesi olduğunu fark edince de bir an nefes alamıyorum sandım. Bu tabii ki sadece psikolojik bir durumdu. Sanırım havada pek nem olmadığından olsa gerek sıcaklık hiç boğucu değildi. Hissedilen sıcaklık, bizim alıştığımız 30 derece civarıydı.
İki gün sonra yolumuza devam ettik ve kuzeye, savaşın olduğu topraklara Keshmir’e gittik. Orada hava 9 dereceydi. Yani biz bir saat arayla, 50 dereceden 9 dereceye gittik, uçakla elbette. Keshmir, Hindistan’ın Müslüman olan tek eyaleti. Tamamen dağlık. Rakım, hatırladığım kadarıyla 3000m’di. Ama yanlış da hatırlıyor olabilirim. Srinagar diye bir bölgede bulunan Dal Lake gölüne götürdüler bizi. Konaklamamızı, ortasında koca bir dağ bulunan gölün üzerine serpiştirilmiş ahşap evlerde yaptık. Bunlar süper lüks ahşap bungalovlardı ve buraya ulaşım sadece kanolarla yapılıyordu. Hatta satıcılar bile mallarını sandallarına yükleyip balkonun altına yanaşıyor ve sizinle oradan konuşuyordu. Sabahları uyanıp balkona çıktığınızda, tek bir adımla göle düşebilirdiniz. Fakat göl sanki insanların gelmesinden memnun, ahşap evlerin bulunduğu kısımlara yakın yerlerde gölün üzerinde nilüfer yaprakları görünüyor. Buranın güzelliği bununla bitmiyor. Evin balkonundan karşı dağa baktığımızda hemen hemen her gün iki tane gökkuşağı yan yana görüyorduk.
Burada yaşadığım bir anıyım hayatım boyunca önüme gelene anlatacağım sanırım. Ahşap evlerde bizimle ilgilenmesi için bırakılan hizmetli genç, ismi Manzuur, bir gün bize bölgeyi gezdirirken arkadaşım ban dönüp “Gaiba Manzuur senin adını söylemeyi beceremiyor.”dedi. “Nereden çıkardın?” diye sorduğumda, bana seslenirken “Zuni” diye bir kelime söylediğini belirtti. Sonra Manzuur’a döndüm ve “ Manzuur, benim adım ne?” diye sordum. O da “Zuni” dedi mahçup bir gülümsemeyle. “Ben senin adını söyleyemediğim için bu ismi koydum.”dedi. ne anlama geldiğini sorduğumda ise “Ayışığı.”dedi. Bu beni gerçekten çok etkiledi ve elbette çok mutlu olmuştum. Bilirsiniz kadınlar bu tür şeylere bayılır. Fakat en güzel kısmı, bana neden bu ismi koyduğunu sorduğumda geldi. “Çünkü siz gülümseyince bizim ayışığımız gibi parlıyor gözleriniz. Siz iyi bir insansınız ve ayışığı bizim için kutsal.” Bunları duyunca daha da bir sırıtmaya başladığımı ancak arkadaşımın bana kaşlarını çatmış, alaylı yüz ifadesini görünce farkettim. Ben kendimi toparladığımda arkadaşım, bana bunları söylemesi için Manzuur’a para verdiğini söyledi. Tabii ki inanmadım.
Şimdi bana Hindistan’ı sorsalar, yangın varmış gibi hızlı konuşan, iklimi yüzünden yavaş hareket eden, fakirliklerine rağmen her daim gülümseyen, hayatın sırrını çözmüşçesine dingin yaşayan insanlar diye tarif ederdim.
Hani insanın hayatında bazı anılar vardır, bu anılar insanın karakterini korur. Tam kendiniz olmaktan çıkacağınız, ya da size yakışmayacak davranışlarda bulunacağınız zaman bu anılar size yol gösterir. İşte benim yaşadığım en değerli anılarım arasında 23 Eylül 1997 tarihinde başlayan bu masalsı Hindistan yolculuğu vardı.
Küçük bir not: sakın aşı olmadan gitmeyin, ben döndüğümde Tifo olduğum ortaya çıkmıştı.
Kalın sağlıcakla.